|  |             | 
    ‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen konu yalnızca Türk tarihi açısından 
    değil, özellikle ‘Doğu Sorunu’ ile yakın ilişkisinden dolayı, Yakın Doğu 
    tarihi açısından da son derece önemli bir konudur. Bu nedenle günümüzde 
    yaşanan gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için bu sorunun tarihsel 
    kökenlerini incelemek zorunludur. Bu makalede başlangıcından –en azından 
    hukuki olarak sona erdiği– Lozan Antlaşması’na kadar Ermeni sorununun 
    tarihsel arka planı incelenecektir. Bu yapılırken, önce Ermeni tarihinin ana 
    hatları değerlendirilecek, daha sonra da Ermenilerin Osmanlı 
    İmparatorluğundaki durumları gözden geçirilecektir. Bu genel değerlendirmeyi 
    ‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen meselenin ortaya çıkışı ve bu meselenin 
    bölgesel ve uluslararası boyutlarının incelenmesi takip edecektir. Son 
    olarak da Ermeni tehciri ve Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na 
    kadar geçen dönemde Ermeni sorunu analiz edilecektir.
 
 1.Antik Çağlardan Osmanlı İmparatorluğuna: Ermeni halkının İki Bin Yılı 
    (M.Ö 13. yüzyıl, M.S. 15. yüzyıl):
 
 Anadolu ve Kafkasların eski halklarından biri olan Ermeni halkının tarihi 
    yaklaşık üç bin yıllık bir zamanı kapsar. Ermenilerin Doğu Anadolu ve 
    Kafkaslara Trakya bölgesinden yaklaşık M.Ö 1200’lerde geldiği rivayet 
    edilir. Her ne kadar varlığı Ermeniler tarafından iddia edilse de, M.Ö dokuz 
    ila altıncı yüzyıllar arasında bu bölgeye hâkim olan Urartu medeniyeti ile 
    Ermeni toplumu arasında tarihsel bir bağ olduğu kanıtlanamamıştır.
 
 Ermeni efsanelerine göre, Ermeniler kendilerini Nuh Peygamberin soyundan 
    gelen bir halk olarak nitelendirirler. Tektanrılı dinlerin ortak söylemine 
    göre Nuh Peygamberin Büyük Tufan’da hayatta kalabilmek için tasarladığı gemi 
    tufanın ardından Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştur. Bu nedenle Ağrı Dağı ve 
    civarı Ermeniler tarafından ‘medeniyetin beşiği’ olarak adlandırılır; zira 
    Ermenilere göre insan nesli dünyaya bu bölgeden yayılmıştır.
 
 Beşinci yüzyıl Ermeni tarihçilerinden Moses Khorenatsi ilk kez Ermenilerin 
    Nuh peygamberin oğlu Yafes’in neslinden gelen Hayk’ın oğulları olduğunu 
    iddia etmiştir[2]. Bu efsaneye dayanarak Ermeniler bugün bile kendilerine 
    ‘Hay’, ülkelerine ise ‘Hayastan’ adını verirler. Ancak tüm bu tarihsel 
    anlatı bilimsel değil efsanelere dayalı mitolojik bir anlatıdır. Batılı 
    kaynaklara göre ‘Ermeni/Ermenistan’ kelimelerinin kökeni olan ‘Armen’ 
    kelimesi eski Pers dilinde ‘yukarı ülke’ anlamına gelmektedir. Kısacası, 
    tarihçiler ve antropologlar Ermenilerin yaşadıkları bölgeye atfen 
    isimlendirildiklerini kabul etmektedirler.
 
 Genel olarak, Ermeniler çeşitli bölgesel krallıklara bölünmüş halde ve 
    çoğunlukla yabancı hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Bağımsız bir devlet 
    olarak Ermenistan ilk defa M.Ö yedinci yüzyılda Medlerin Asur 
    İmparatorluğunu yıkmasının ardından doğan kargaşa ortamında Birinci Tigran 
    döneminde ortaya çıkmıştır. Ancak barış dönemi zayıf ve silik şahsiyetli 
    kralların başa geçmesi ile sona ermiş ve krallık bağımsızlığını Pers 
    hâkimiyetini kabul etmek ve Pers İmparatoruna vergi ödemek suretiyle 
    yitirmiştir. Hayk sülalesi sona ermiş, Ermeni kralları bizzat Pers 
    İmparatoru tarafından atanmaya başlamıştır.
 
 Pers hâkimiyeti, Ermeniler tarafından en büyük krallardan biri olarak kabul 
    edilen Büyük Tigran dönemine kadar sürmüştür. Tigran yaklaşık otuz yıl süren 
    krallığı boyunca Ermenistan’ın sınırlarını genişletmiştir[3]. Ancak Roma ve 
    Pers istilası bu ilerlemeyi durdurmuştur. M.Ö 69 yılında Romalı General 
    Lucullus Ermenistan’a girmiş ve başkent Tigranakert’i kuşatmıştır. Bu iki 
    saldırgan güç karşısında dayanamayan Ermeni krallığı bağımsızlığını tekrar 
    kaybetmiş, hatta bununla da kalmayarak Roma ve Pers İmparatorlukları 
    tarafından paylaşılarak varlığına son verilmiştir.
 
 Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık Ermenilerin 
    yaşadığı bölgelerde yayılmış ve bölgede ilk gizli Hıristiyan cemaatleri 
    görülmeye başlanmıştır. Bazı Ermeni tarihçileri M.Ö 301 yılında Ermeni Kralı 
    Dırtad’ın, Ermenistan’ın ilk patriği Aziz Gregor tarafından vaftiz 
    edilmesinin ardından Hıristiyanlığı Ermenistan’ın resmi dini olarak ilan 
    ettiğini belirtmektedirler[4]. Ancak Batılı tarihçiler Ermenistan’ın 
    Hıristiyan bir devlet olarak ortaya çıkışının daha geç bir tarihte, ancak 
    Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu dâhilinde serbest bırakıldığı 313 
    yılından sonra olabileceğini dile getirmektedirler. Yine de, Ermeniler kendi 
    Hıristiyan mezheplerini Aziz Gregor’a atfen Gregoryen olarak 
    nitelendirirler. Ermenilerin Hıristiyanlaşmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra 
    Aziz Mesrob tarafından ilk Ermeni alfabesi tasarlanmıştır. Aziz Mesrob daha 
    sonra 434 yılında İncil’i ilk kez Ermeniceye çevirecektir[5].
 
 Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Ermenistan bu kez Bizans ve 
    Sasani İmparatorlukları tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım yedinci 
    yüzyılda İran’da hüküm süren Sasani İmparatorluğunun Araplar tarafından 
    yıkılması ile sona ermiştir.
 
 Ermenistan’ın Araplar tarafından ilk kez ele geçirilmesi ise 640 
    yılındadır[6]. 652 yılında yapılan barış antlaşması ile Ermenilere din 
    özgürlüğü getirilmiştir. Arap hâkimiyeti 882 yılında Ashot I’in Halife’nin 
    hâkimiyetini tanıması koşulu ile Ermenistan Kralı olarak ilan edilmesi ile 
    sona ermiştir[7]. Ancak yine de, Araplar bölgeyi kontrolleri altında tutmaya 
    devam etmişlerdir. Ermenistan ise bağımsız değil, ancak Halife’ye bağlı bir 
    devlet olarak varlığını sürdürebilmiştir.
 
 Yeni bin yılın başlamasının hemen ardından Selçuk orduları Ermenistan 
    sınırlarında görülmeye başlamışlardır. 1047 yılından itibaren Ermeni 
    şehirleri birbiri ardına Türk kontrolüne girmiş; ancak Türklerin tüm 
    Ermenistan’ı hâkimiyetleri altına almaları ancak 1071’de yapılan Malazgirt 
    Savaşından sonra gerçekleşebilmiştir[8]. İki yüzyıl sonra, Anadolu Selçuklu 
    Devleti’nin yıkılması ve özellikle Moğol işgali nedeniyle, 1231’den itibaren 
    Ermenistan Moğol hâkimiyetine girmiştir[9].14. yüzyıldan itibaren bölgedeki 
    Moğol hâkimiyetinin zayıflamasının ardından çeşitli Türkmen boyları 
    Ermenistan bölgesini kontrolleri altında tutmuşlardır.
 
 11. yüzyılın başlarındaki Selçuklu akınları bir grup Ermeninin Toros ve 
    Amanos dağları arasında kalan Kilikya bölgesine doğru göç etmelerine neden 
    olmuştur. Ancak Ermenilerin çoğunluğu yine Doğu Anadolu ve Kafkasya 
    bölgesinde kalmışlardır. 1080 yılında Ermeni Prens Ruben bölgedeki Rum ve 
    Ermeni prensleri sindirerek kendi hâkimiyetini kurmuştur. Ruben’in kurduğu 
    ve ona atfen Rubenidler olarak adlandırılan bu sülale yaklaşık 300 yıl 
    boyunca bölgenin hâkimiyetini ellerinde tutmuşlardır. Aslında Kilikya 
    bölgesinde kurulan bu krallık özünde bir Ermeni krallığı değildir; ancak 
    yöneticileri Ermeni kökenli olduğu için Kilikya Ermeni Krallığı olarak 
    adlandırılır. Kilikya Ermeni Krallığı özellikle Haçlı Seferleri sırasında 
    önemli rol oynamış ve Haçlı orduları için önemli bir üs olmuştur. Bölgede 
    Memlük İmparatorluğunun yükselmesi ile giderek zayıflayan krallık 1393 
    yılında Memlüklüler tarafından yıkılmıştır.
 
 2. Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler (15 ve on dokuzuncu yüzyıllar)
 
 Her ne kadar Osmanlı-Ermeni ilişkileri 1453 yılında İstanbul’un fethi ve 
    hemen sonrasında Ermeni Patrikliği’nin kurulması ile başlatılsa da, iki 
    toplum arasındaki ilişkiler en az bir yüzyıl öncesine dayanır. Osmanlılar 
    1326 yılında Bursa’yı fethettiklerinde burada önemli bir Ermeni nüfusu ile 
    karşılaşmışlardır. Özellikle el sanatlarında uzmanlaşmış olan bu nüfus 
    Osmanlı Sultanları tarafından el üstünde tutulmuştur. Hatta Edirne 
    İmparatorluğun yeni başkenti olduğunda Bursa’dan pek çok Ermeni iskân 
    edilerek şehrin ekonomik hayatı canlandırılmaya çalışılmıştır[10].
 
 1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle 
    Anadolu’dan pek çok Ermeni aile İstanbul’a getirtilerek iskân edilmiş ve 
    şehirde güçlü bir ekonomi tesis edilmeye çalışılmıştır. 1461 yılında Trabzon 
    seferinden dönüşünde Fatih Sultan Mehmet Bursa’ya uğrayarak Bursa 
    Ermenilerinin dini lideri Hovakim’i İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği 
    kurması için beraberinde götürmüştür. İlber Ortaylı, Fatih’in bu kararının 
    son derece stratejik bir karar olduğunu, kendisinin bu kararla İstanbul’da 
    hâlihazırda var olan Hıristiyan Rum nüfusunu başka bir Hıristiyan nüfus ile, 
    yani Ermenilerle, dengelemeyi amaçladığını yazmaktadır[11]. Böylelikle 
    Ermeniler Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındaki İstanbul’da bir 
    Patriklik açmışlardır.
 
 1473 yılında, Doğu Anadolu’daki Akkoyunlu devletinin Osmanlılara 
    yenilmesinin ardından eski Ermeni başkenti Ani’nin de aralarında bulunduğu 
    pek çok Ermeni kenti Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Özellikle İstanbul’un 
    Ermeniler için bir dini merkez olmasından sonra kendi ülkelerindeki iç 
    karışıklıklar nedeniyle hayatlarından endişe eden pek çok Ermeni daha 
    huzurlu bir hayat için İstanbul’a göç etmeye başlamışlardır[12].
 
 1514 yılında Yavuz Sultan Selim Safevi İmparatorluğunu yenmiş ve 
    Ermenistan’ın batı ve güney kesimlerini hâkimiyeti altına almıştır. 
    Özellikle Tebriz’de yaşayan Ermeni zanaatkârlar ve aileleri İstanbul’da 
    iskân edilmeye başlanmıştır. 1516 yılında Kudüs’ün Osmanlı hâkimiyetine 
    girmesinin ardından Kudüs Ermeni Patrikliğine daha Halife Ömer zamanında 
    verilmiş olan dini işlerinde özerklik yetkisi yeniden garanti altına 
    alınmıştır. 1534 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferi ile 
    önemli ölçüde Ermeni nüfus barındıran Van, Erivan ve Nahçıvan da Osmanlı 
    hâkimiyetine girmiştir. Babası gibi Kanuni Sultan Süleyman da bölgedeki en 
    usta zanaatkârları beraberinde İstanbul’a getirerek iskân etmiştir.
 
 Bu nüfus hareketlerinin sonucunda 1554 yılında İstanbul’daki Ermeni nüfusu 
    60.000’e ulaşmıştır[13]. 1567’de İtalya’da Ermenilere karşı uygulanan 
    baskıdan kaçan bir Ermeni, Apkar Tıbir, İstanbul’a gelmiş ve burada ilk 
    Ermeni matbaasını açmıştır. Bu matbaada basılan ilk kitabın adı 
    “Keraganutyun Gam Ayppenaran”dır (Küçük Gramer Kitabı). Bu kitabı pek çok 
    dini eserin baskısı izlemiştir[14].
 
 Bu sıralarda Ermenileri yönetim çevrelerinde de görmeye başlıyoruz. Nitekim 
    bazı Osmanlı tarihçileri 1581 yılında III. Murat tarafından Sadrazamlığa 
    getirilen Doğancıbaşı Mehmet Paşa’nın Ermeni kökenli olduğunu 
    söylemektedir[15].
 
 17. yüzyılın ortalarında Güney Kafkasya bir kez daha Osmanlılar ve Safeviler 
    tarafından 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin antlaşması ile paylaşılmıştır. 
    Bu tarihten on dokuzuncu yüzyıla kadar Ermeniler bu iki imparatorluğa bağlı 
    olarak yaşamışlardır.
 
 Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermeniler İmparatorluğun kültürüne büyük 
    katkılarda bulunmuşlardır. Ermeni zanaatkârları İmparatorluğun belli başlı 
    şehirlerinin ekonomilerine katkıda bulunmakla kalmamıştır; aynı zamanda 
    Ermeni ailelerine darphane ve baruthane gibi Osmanlı ekonomisi ve ordusu 
    için son derece önemli olan iki teşkilatın sorumluluğu verilmiştir[16]. 
    Özellikle İstanbul, Bursa, Tokat, Kayseri, Ankara, Erzurum, Nahçivan ve 
    Erivan gibi kentlerde Ermeni tüccar ve zanaatkârlar ciddi bir ekonomik gücü 
    ellerinde bulundurmuşlardır[17].
 
 Dahası, Ermeni sanatkârlar Osmanlı musiki ve mimarisine önemli katkı 
    sağlamışlardır. Örneğin, Ermeni müzik bilimcisi Hamparsum Limoncuyan’ın icat 
    ettiği nota sistemi olmadan İsmail Dede Efendi’nin de aralarında bulunduğu 
    birçok Osmanlı bestekârının eserlerinin günümüze ulaşması imkânsız olurdu. 
    Ayrıca Tatyos Efendi ve Bimençe gibi Ermeni bestekârların Türk musikisine 
    katkıların da unutulmamalıdır. Mimari alanında, on dokuzuncu yüzyıl genel 
    olarak Ermeni mimarların eserlerinin doruk noktasına ulaştığı bir yüzyıl 
    olmuştur. Özellikle Balyan ailesinin çalışmaları dikkat çekicidir. 
    Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarının yanı sıra Boğaz’ı süsleyen camilerin 
    bir kısmı da bu aile tarafından tasarlanmıştır.
 
 Osmanlı Ermenileri bürokraside de kilit noktalara gelmeye başlamıştır. 
    Özellikle on dokuzuncu yüzyılda 29 Ermeni’ye Paşa rütbesi tevcih edilmiş, 22 
    Ermeni de Bakan olarak atanmıştır. Bakan olarak atananlar arasında 
    Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta Nazırı olarak atananlar mevcuttur. 
    Bunların yanı sıra özellikle ziraat ve nüfus işleri ile ilgilenen devlet 
    dairelerinde de pek çok Ermeni bürokrat görülmektedir. Ayrıca aynı yüzyılda 
    Ermenilerden 33 Milletvekili, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos, 11 
    üniversite profesörü ve 41 yüksek rütbeli bürokrat vardır.
 
 Kısacası Osmanlı idaresi Ermenilere huzur ve refah getirmiştir. Ancak bu 
    ilişkiler on dokuzuncu yüzyılda önce gerilmeye daha sonra da tamamen kopmaya 
    başlamıştır. Bu kopuşun nedenleri gelecek bölümün konusudur.
 
 3. Osmanlı İmparatorluğuna Karşı Ermeni Direnişinin Başlaması (1800–1878)
 
 Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin neden bozulduğunu anlamak için hem iç hem de 
    dış faktörleri bir arada analiz etmek gerekir. Öncelikle Osmanlı 
    İmparatorluğunun zayıflaması ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfusun 
    durumunu iyileştirecek reformların yapılmaması toplumda genel olarak bir 
    huzursuzluk yaratmıştı. Özellikle Doğu Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti kâğıt 
    üzerindeydi, gerçekte otorite boşluğunu bazı yerel yöneticiler ve aşiret 
    reisleri dolduruyordu. Ermeni ve Kürtler arasındaki çatışmalar da Ermeni 
    halkının huzursuzluğunu arttırmaktaydı.
 
 İkinci olarak on dokuzuncu yüzyılda Ermeniler arasında mezhep mücadeleleri 
    doruk noktasına ulaşmıştı. Her ne kadar Gregoryen Ermeniler, Ermeni 
    nüfusunun büyük bir kısmını kapsıyorlarsa da güçlü bir Katolik Ermeni 
    cemaati de ortaya çıkamaya başlamıştı. Öyle ki, bu cemaat 1831 yılında 
    Fransız Büyükelçisinin baskısı ile İkinci Mahmut’un kendilerini ayrı bir 
    cemaat olarak tanımasını sağlamış ve İstanbul’da ayrı bir kilise 
    kurmuşlardır[18]. Bundan sonra Avrupalı Katolik misyonerler bu cemaate 
    destek olmaya başlamışlardır.
 
 Ancak özellikle on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru bu yeni 
    mezhepten daha güçlü bir mezhep olarak Protestan Ermeni cemaati göze 
    çarpmaktadır[19]. Özellikle Protestan misyonerlerin faaliyetleri sonucunda 
    bu mezhebi kabul eden Ermenilerin sayısı hızla artmış ve bir cemaat 
    oluşturacak raddeye gelmiştir. Bu cemaat İngiliz büyükelçisinin de desteğini 
    alarak 1846 yılında ‘Protestan Yönetim Kurulu’ adı ile bir örgütlenme içine 
    girmiştir[20]. Hemen sonrasında da kendi kiliselerini kurmayı 
    başarmışlardır. Bütün bu bölünmeler sırasında Ermeni halkının halen daha 
    büyük bir çoğunluğunu oluşturan Gregoryen Ermeniler bu bölünmenin müsebbibi 
    olarak Osmanlı İmparatorluğunu suçlamışlardır. İlişkilerin bozulmasında bir 
    diğer etken de budur.
 
 Üçüncü olarak, Osmanlı İmparatorluğunu zayıflaması ve Fransız İhtilalinin 
    milliyetçilik, eşitlik ve özgürlük gibi fikirlerinin yayılmasının çakışması 
    İmparatorluğu son derece güç bir duruma düşürmüştür. Aslında 18. yüzyılın 
    son çeyreğinden, özellikle de 1774’teki Rusya yenilgisinin ardından 
    imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Osmanlı devleti geri dönülemez 
    bir sürecin içine girmiştir.
 
 Bu çöküş süreci bütün Büyük Güçlerin gözlerini diktikleri dünyanın en 
    stratejik noktalarından birinde bir güç boşluğu doğmasına neden olmuştu. 
    Bunun sonucunda da Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü dönemin Büyük Güçleri 
    arasında ateşli bir rekabete dönüşmüştü. Böylelikle ‘Doğu Sorunu’ olarak 
    bilinen sorun gündeme gelmişti.
 
 Özellikle milliyetçi fikirlerin İmparatorlukta yayılmaya başlamasıyla ilk 
    milliyetçi hareketler Balkanlarda görülmeye başlamıştır. 1804’teki Sırp 
    isyanı her nasılsa bastırılabildi ancak aynı şeyi Yunan isyanı için söylemek 
    mümkün değildi. 1828–29 yılları arasında yaşanan Osmanlı Rus Savaşı 
    sonucunda imzalanan Edirne antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu 
    Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ruslar o dönemde 
    yalnızca Osmanlı İmparatorluğunu değil İran’ı da yenmişler ve Ermenistan 
    topraklarını geçerek Aras vadisine ulaşarak Tebriz’i tehdit etmeye 
    başlamışlardı. İran Şahı barış istemiş ve Ruslarla Türkmençay antlaşmasını 
    imzalamıştı. Bu antlaşma ile Doğu Ermenistan Rus kontrolüne girmiş ve Kuzey 
    İran’dan önemli ölçüde Ermeni nüfus bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bu da 
    bugünkü Ermenistan topraklarına Ermeni yerleşiminin arttırılması konusunda 
    atılan ilk adımlardan biridir. Böylelikle Ruslar Ermenilerin içişlerine 
    karışmaya başlamışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan 
    Ermenilerin koruyucusu olarak ilan etmişlerdir.
 
 Görüldüğü üzere, bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi Osmanlı 
    İmparatorluğunun içişlerine yapılan müdahalelerdir. Diğer bir deyişle, Büyük 
    Güçlerin çıkarları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çatışmaya başlamıştır. Bir 
    taraftan Rusya, Balkanlar ve Kafkaslar vasıtasıyla ‘Sıcak Denizler’e 
    ulaşmaya çalışmakta diğer taraftan İngiltere Asya’daki dominyonlarını bu 
    tehdide karşı korumak istemekteydi. Bu nedenle Rusya Balkanlardaki ayrılıkçı 
    milliyetçi hareketleri desteklerken, İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun 
    toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyordu.
 
 İmparatorluğun aniden dağılmasını önlemek için tüm Büyük Güçler Osmanlı 
    Sultanından İmparatorluğun gayrimüslim halklarına daha fazla hak tanımasını 
    istediler; böylelikle bu tebaanın sadakati garanti altına alınabilecekti. Bu 
    hedefe ulaşmak için devamlı surette Osmanlı Hıristiyanları için ayrıcalıklar 
    ve otonomi taleplerinde bulunmaya başladılar. Tanzimat reformları böyle bir 
    sürecin sonucudur ve İmparatorlukta yaşayan gayrimüslim nüfusa önemli haklar 
    ve ayrıcalıklar getirmiştir. Ancak bu reformlar ne Büyük Güçleri ne de 
    gayrimüslim nüfusu tatmin etmiştir.
 
 1856 yılı Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarih 
    Osmanlı İmparatorluğunun, İngiltere, Fransa ve yeni kurulan Sardunya 
    (Piedmont) devletlerinin de desteğini alarak Rusya’yı yenilgiye uğrattığı 
    Kırım Savaşı’nın bittiği yıldır. Bu savaş yalnızca Rusya’nın yayılmacı 
    emellerine geçici bir süre için set çekildiği için değil, savaşın sonunda 
    savaşa katılan Büyük Devletler arasında imzalanan Paris Antlaşması için de 
    önemlidir.
 
 Bu Antlaşmanın yedinci maddesine göre taraflar Osmanlı İmparatorluğunun 
    toprak bütünlüğünü garanti altına aldıklarını bildirmiş ve Osmanlı 
    İmparatorluğunu Avrupa Uyumu adı verilen denge sistemininin bir parçası 
    olarak gördüklerini dile getirmişlerdir[21]. Bu madde bazı yazarlara göre 
    İmparatorluğun (ve daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin) bir Avrupa 
    Devleti olarak kabul edildiğini göstermektedir. Yine de bu antlaşmanın ömrü 
    çok kısa sürmüş ve barış dönemi 1877–78 savaşları ile son bulmuştur.
 
 1856 yılı yalnızca Kırım Savaşının sonu ve Paris antlaşmasının imzalanma 
    tarihi olduğu için önemli değildir. 18 Şubat 1856 tarihinde, yani Kırım 
    Savaşı sonrası durumun tartışılacağı Paris Kongresinin başlamasından bir 
    hafta önce, Sultan Abdülmecid bir Hatt-ı Hümayun yayınlayarak İmparatorluk 
    sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlere son derece önemli haklar 
    tanımıştır. Islahat Fermanı olarak anılacak bu ferman uyarınca Müslüman ve 
    gayrimüslim nüfus kanun önünde eşit olarak kabul edilecekler, kimse kimseyi 
    dinini değiştirmek için zorlamayacak, İmparatorluk tebaası arasında ırk, din 
    ve mezhep yönünden herhangi bir ayrım yapılmayacak ve hem Müslüman hem de 
    gayrimüslim nüfus kamu ve askerlik hizmetlerinde görev alabilecekti[22].
 
 Detaylı incelendiğinde ve İngiltere’nin Hindistan’daki, Fransa’nın 
    Cezayir’deki idareleri göz önüne alındığında bu düzenlemelerin zamanının bir 
    hayli ötesinde olduğu açıktır. Zira hiçbiri kendi yönetimleri altında 
    bulunan halklara bu denli geniş haklar tanımamıştır.
 
 İronik olarak, bu ferman esasen bir Avrupa projesiydi. 1855 yılında 
    Viyana’da, daha Kırım savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Avusturya 
    bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan gayrimüslimlere daha 
    fazla hak tanınması için İmparatorluğa baskı yapmaya karar verdiler. Bunun 
    sonucunda Paris antlaşmasının 9. maddesi gayrimüslimler için yapılacak 
    ıslahata ayrıldı. Bu maddede amaçlanan Müslümanlar ve gayrimüslim nüfus 
    arasında tam bir eşitlik sağlamaktı. Ancak bunun tam aksi gerçekleşti. 
    Gayrimüslim topluluklar bu hakları genellikle kötüye kullandılar ve Büyük 
    Güçlerin koruması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu bu kötüye kullanımı 
    engelleyecek önlemler alamadı. Bunun sonucu olarak 1856’dan itibaren 
    gayrimüslim topluluklar Müslümanlarla kıyaslandığında durumlarını bir hayli 
    iyileştirdiler; hatta bu iyileştirme zaman zaman Müslümanların aleyhine 
    oldu. Ekonomik olarak Müslüman nüfusa oranlandığında daha az sayıda nüfusa 
    sahip olmalarına rağmen servet birikimi konusunda baskın sosyal gruplara 
    dönüştüler. Siyasi olarak da çok sayıda bürokrat, diplomat hatta bakan 
    çıkardılar. Kısacası, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiler artık 
    değişmeye başlamıştı.
 
 Her ne kadar diğer gayrimüslim topluluklarla beraber Ermenilere de Islahat 
    Fermanı ile pek çok hak tanınsa da, bu haklar Ermeniler için tatmin edici 
    değildi. Bu nedenle 1862 yılında Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla hak 
    talep ettiler ve bu taleplerini bir nizamname taslağı şekline sokarak 
    hükümete gönderdiler. Bu taslak değerlendirildi ve daha sonra “Ermeni 
    Milleti Nizamnamesi” adıyla kabul edildi. Buna göre Ermeni topluluğunun 
    içişlerinin idaresi Ermeniler tarafından teşkil edilecek 140 kişilik bir 
    Meclise veriliyordu. Bu meclisin ancak 20 üyesi Patrik tarafından 
    atanabilecekti. Diğerleri ise İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli 
    bölgelerinde yaşayan Ermeniler tarafından seçilecekti. Görüldüğü üzere, bu 
    kanun Ermeni toplumu içindeki çatışmaları yansıtması açısından son derece 
    önemlidir. Zira kanunname Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Patrikliğin 
    baskısına karşı harekete geçtiğini ve bu konuda ciddi önlemler alınması 
    yolunda çaba gösterdiğini kanıtlamaktadır[23].
 
 Bu dönemde Osmanlı-Ermeni ilişkileri her ne kadar gerginleşse de henüz tam 
    bir Müslüman-Ermeni çatışmasından bahsetmek zordur. Milliyetçilik 
    akımlarının Ermeni nüfusu içerisinde yayılması üzerine Ermeniler 
    Osmanlılardan bir takım hak taleplerinde bulunmuşlar, Osmanlılar da 
    ellerinden geldiğince bu talepleri yerinme getirmeye çalışmışlardır. Ancak 
    yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ilişkiler daha da bozulacak, hatta kopma 
    noktasına gelecektir.
 
 4. Devrimci Ermeni Hareketleri ve İsyanlar (1878–1915)[24]
 
 Ermenilerin Rusya’nın yardımı ve rehberliği altında bağımsızlıklarını 
    kazanma rüyasının ortaya çıkması 1877–78 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan büyük 
    Osmanlı yenilgisi sonucundadır. Savaşın sonlarına doğru, Osmanlı yenilgisi 
    kesinleştiğinde İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedian, Rus Çarı 
    ile iletişime geçerek Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği toprakları 
    Osmanlılara geri vermemesini istedi. Savaşın hemen ardından ise Patrik 
    İstanbul yakınlarındaki Yeşilköy’de bulunan Rus karargâhını ziyaret ederek 
    Rus Başkomutanı Grandük Nikola ile görüştü. Orada da, Ermeniler işgal edilen 
    Doğu Anadolu bölgesindeki topraklarda yönetici zümre olarak kabul edilmediği 
    sürece Rus işgalinin sona erdirilmemesini talep etti. Ruslar bu teklifi 
    kabul ettiler ve Osmanlılar ile Ruslar arasında imzalanacak olan Ayestefanos 
    Antlaşmasına 16. madde olarak yerleştirdiler.
 
 Ancak bu antlaşma savaşın sonunu belirleyen antlaşma olamadı. İngiltere bu 
    antlaşmanın hükümleri uygulandığı takdirde Doğu Anadolu’nun Rus hâkimiyetine 
    gireceğini, hatta kurulacak bir Büyük Ermenistan ile Rusların İran Körfezine 
    kadar ulaşıp, Hint Okyanusuna açılarak İngiltere’nin Hindistan’daki 
    varlığını tehlikeye atacağını fark etmiş ve antlaşmanın derhal yenilenmesi 
    için Berlin’de bir kongre toplanmasını sağlayabilmişti. Osmanlılar Kıbrıs’ı 
    İngiltere’ye kiralamak karşılığında, bu kongrede daha kabul edilebilir bir 
    antlaşmaya varılması yolunda İngiliz desteği elde edebilmişti. Kongre 
    sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Rusya Doğu Anadolu’da işgal ettiği 
    bütün bölgelerden çekilecek ancak Kars, Ardahan ve Batum Ruslara 
    verilecekti. Osmanlı İmparatorluğu ayrıca Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı 
    bölgelerde reform yapacak ve bu reformlar Büyük Güçler tarafından 
    denetlenecekti.
 
 Berlin Kongresinde Osmanlı İmparatorluğunu Rus tehdidine karşı toprak 
    bütünlüğünün korunması hususunda destekleyenler İngiliz Muhafazakâr Partisi 
    ve Başbakan Benjamin Disraeli olmuştu. Ancak savaşın hemen ardından 
    gerçekleşen bir kabine değişikliği ile iktidara 1880 yılında Liberaller ve 
    William Gladstone gelmişti. Gladstone’un temel stratejisi ise Disraeli ile 
    taban tabana zıttı. Gladstone Osmanlı İmparatorluğunun geri dönülemez bir 
    çöküş sürecine girdiğini, bu süreçte İngiltere’nin izlemesi gereken 
    politikanın Osmanlı topraklarında İngiltere’nin himayesini kabul eden küçük 
    devletçikler kurulması olduğunu söylüyordu. Bu devletlerden biri de 
    Ermenistan olacaktı. Bu politikanın bir gereği olarak 1880’lerde İngiliz 
    basını Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak adlandırmaya başladı; bu bölgeye 
    gönderilen Protestan misyonerlerin sayısı arttırıldı ve İngiliz kamuoyunu 
    etkilemek amacıyla bir İngiliz-Ermeni Dostluk Komitesi kuruldu.
 
 Kısacası 1877–78 Savaşı Osmanlı-Ermeni ilişkileri açısından bir dönüm 
    noktasını teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni isyanları 
    bu döneme başlamıştır. 1879’dan itibaren İngiltere ve Rusya Osmanlı 
    İmparatorluğuna Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ıslahat yapması 
    konusunda notalar yollamaya başlamışlardır. Ancak Osmanlı devleti reformları 
    ancak sınırlı bir şekilde uygulayabilmekteydi, zira daha fazla reform 
    bölgenin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmasına yol açmaktan başka bir sonuç 
    doğurmayacaktı. Dahası, özellikle bu savaştan sonra Büyük Güçler Anadolu’nun 
    pek çok kentinde temsilcilikler açarak olayı daha da karmaşık bir hale 
    getirdiler. Bu temsilcilikler Müslüman ve gayrimüslim nüfus arasında yaşanan 
    çatışmalarda arabulucu rolü üstleniyorlardı. Ancak neredeyse her zaman 
    gayrimüslimler lehine karar verdikleri için Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin 
    bozulmasına daha fazla katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlardı.
 
 Bu dönemde görülen bir diğer gelişme de Ermeni siyasi ve sosyal 
    örgütlenmelerinin hızla artmasıdır. Aslında 1860’lardan beri özellikle 
    Adana, Van ve Muş gibi bölgelerde bir takım örgütlenmeler görülmekteydi ve 
    bu örgütler 1880 yılında “Birleşik Ermeni Örgütleri” adı altında 
    birleşmişlerdi. Dahası aynı on yılda, Van’da kurulan Kara Haç ve Erzurum’da 
    kurulan Ulusal Muhafızlar gibi bazı devrimci örgütlenmelerde oluşmaya 
    başlamıştı.
 
 Yurt dışında, özellikle Büyük Güçlerin aktif ve doğrudan desteğinin 
    sağlanmasıyla daha etkin çalışabileceklerini düşünen Ermeni milliyetçileri 
    örgütlenmelerini Osmanlı sınırları dışına taşımaya karar verdiler. 
    Böylelikle 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da da Tiflis’te Taşnak cemiyeti 
    kuruldu. Her ikisinin de amacı Doğu Anadolu ve Osmanlı Ermenilerini Osmanlı 
    hâkimiyetinden ‘kurtarmak’ ve bağımsız bir Ermenistan kurmaktı.
 
 Ermeni propagandası konusunda derin araştırmalar yapmış olan Louis 
    Nalbadyan'a göre Hınçak Partisinin programı son derece radikal bir 
    programdır[25]:
 
 “(Ermeni) Halkın(ın) duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre 
    ihtiyaç vardır. Halk, düşmanlarına karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın 
    misilleme faaliyetinden yararlanılacaktı. Terör, halkı korumak ve Hınçak 
    programına güven duymasını sağlamak için bir yöntem olarak kullanılacaktı. 
    Parti (komite), Osmanlı Hükümetini terörize etmeyi amaçlamıştı. Bu suretle 
    rejimin prestiji azaltılacak ve tam anlamıyla dağılması için çaba 
    harcanacaktı. Terörist taktiklerin tek odak noktası hükümet olmayacaktı. 
    Hınçaklar, o sırada hükümet hesabına çalışan en tehlikeli Ermeni ve Türkleri 
    öldürmek istiyor ve bütün casus ve muhbirleri yok etmeye çalışıyorlardı. 
    Parti (komite), bütün bu terörist faaliyetlerde bulunabilmek üzere kendisine 
    özgü bir kuruluş mey dana getirecekti.”
 
 Taşnak Partisi Hınçak Partisinde pek de farklı sayılmazdı. Nitekim K. S. 
    Papazyan Taşnak Partisi ile ilgili şunları yazmaktadır[26]:
 
 “Komitenin programı isyan yoluyla Türkiye Ermenistan’ına siyasi ve ekonomik 
    özgürlük sağlamaktı... Komitenin 1892 yılında yapılan Genel Kurulunda 
    kararlaştırılan programın 8. metodu Hükümet yöneticilerini ve hainleri 
    terörize etmek, 11. metodu ise Hükümet kuruluşlarını tahrip etmek ve 
    yağmalamaktı.”
 
 Bu iki etkili siyasi örgütün kurulmasının ardından Ermeni ayaklanmaları 
    başlamaktadır. 1889 ile 1909 yılları arasındaki yirmi yılda yaklaşık kırk 
    adet Ermeni isyanı ve terörist faaliyeti ortaya çıkmıştır. Aşağıda bu 
    isyanlar tarih sırasına göre listelenmektedir:
 
 · Musa Bey Vakası (Ağustos 1889),
 
 · Erzurum Ayaklanması (20 Haziran 1890),
 
 · Kumkapı Gösterileri (15 Temmuz 1890),
 
 · Merzifon, Kayseri, Yozgat Gösterileri (1892- 1893),
 
 · First Sasun Ayaklanması (Ağustos 1894),
 
 · Zeytun (Süleymanlı) Ayaklanması (1–6 Eylül 1895),
 
 · Divriği (Sivas) Ayaklanması (29 Eylül 1895),
 
 · Babıâli Baskını (30 Eylül 1895),
 
 · Trabzon Ayaklanması (2 Ekim 1895),
 
 · Eğin (Mamuratü’l Aziz) Ayaklanması (6 Ekim 1895),
 
 · Develi (Kayseri) Ayaklanması (9 Ekim 1895)
 
 · Akhisar (İzmit) Ayaklanması (9 Ekim 1895),
 
 · Erzincan (Erzurum) Ayaklanması (21 Ekim 1895),
 
 · Gümüşhane (Trabzon) Ayaklanması (25 Ekim 1895),
 
 · Bitlis Ayaklanması (25 Ekim 1895),
 
 · Bayburt (Erzurum) Ayaklanması (26 Ekim 1895),
 
 · Maraş (Halep) Ayaklanması (27 Ekim 1895),
 
 · Urfa (Halep) Ayaklanması (29 Ekim 1895),
 
 · Erzurum Ayaklanması (30 Ekim 1895),
 
 · Diyarbakır Ayaklanması (2 Kasım 1895),
 
 · Siverek (Diyarbakır) Ayaklanması (2 Kasım 1895),
 
 · Malatya (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (4 Kasım 1895),
 
 · Harput (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (7 Kasım 1895),
 
 · Arapkir (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (9 Kasım 1895),
 
 · Sivas İsyanı (15 Kasım 1895),
 
 · Merzifon (Sivas) Ayaklanması (15 Kasım 1895)
 
 · Ayintab (Halep) Ayaklanması (16 Kasım 1895),
 
 · Maraş (Halep) Ayaklanması (18 Kasım 1895),
 
 · Muş (Bitlis) Ayaklanması (22 Kasım 1895),
 
 · Kayseri (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),
 
 · Yozgat (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),
 
 · Zeytun Ayaklanması (1895–1896),
 
 · Birinci Van Ayaklanması (2 Haziran 1896),
 
 · Osmanlı Bankası Baskını (14 Haziran 1896),
 
 · İkinci Sasun Ayaklanması (July 1897),
 
 · II. Abdülhamid’e Suikast Girişimi (21 Temmuz 1905),
 
 · Adana Ayaklanması (14 Nisan 1909)
 
 Sonuç olarak, tüm bu isyanlar ve ayaklanmalar, Ermeni Devrimci örgütleri 
    tarafından Avrupa ve Amerika’da Ermenilerin Türkler tarafından öldürülmesi 
    olarak yansıtılmış ve bu propaganda Avrupa kamuoyunda ciddi tepkilere yol 
    açmıştır.
 
 Bu yanıltma haberler sonucunda Büyük Güçler hâlihazırda kabul edilen 
    reformların uygulanması ve yeni reformların tasarlanması için Osmanlı 
    İmparatorluğu üzerindeki baskılarını arttırmaya karar verdiler. İngiltere 
    Ermenilerin durumu ile ilgili olarak 11 Mayıs 1895 tarihinde bir memorandum 
    göndererek hükümetten bütün Ermeni isyancıların salıverilmesi; reformların 
    uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilmesi için bir Yüksek Komiser 
    atanması; Sasun, Zeytun ve diğer bölgelerde zarara uğrayan Ermenilere 
    tazminat ödenmesi gibi kabul edildiği takdirde Doğu Anadolu’yu fiilen otonom 
    yapacak düzenlemeler talep etti. Osmanlı İmparatorluğu bu talepleri kabul 
    ettiyse de, gerek Doğu Anadolu’nun elden çıkmasını önlemek, gerekse de 
    Ermeni isyanlarının bu reformların uygulanmasını imkânsız hale getirmesi 
    nedeniyle uygulayamadılar[27]. Bununla ilgili olarak, Bitlis’te görev yapan 
    Rus konsolosu General Mayewski 1912 yılında şunları kaydediyordu[28]:
 
 “1895 ve 1896 yıllarında Ermeni komiteleri Ermenilerle yerel halk arasında 
    öyle bir kuşku yaydılar ki, bu bölgelerde herhangi bir reformun yürütülmesi 
    imkânsız hale gelmişti. Ermeni din adamları hemen hemen hiçbir dini eğitim 
    gayreti içinde değillerdi. Buna karşılık, milliyetçilik fikirlerini yaymak 
    için çok çalıştılar. Bu tür düşünceler esrarengiz manastırların duvarları 
    içinde gelişti ve dini görevlerin yerini Hıristiyanların Müslümanlara olan 
    düşmanlığı aldı. 1895 ve 1896 yıllarında Asya Türkiyesi’nin pek çok 
    vilayetinde çıkan ayaklanmaların sebebi ne Ermeni köylülerin büyük sefaleti, 
    ne de maruz bulundukları baskı idi. Zira bu köylüler komşularından çok daha 
    zengin ve müreffehtiler. Ermenilerin ayaklanması şu üç sebepten ileri 
    geliyordu: 1. Bunların siyasi konularda bilinen tekâmülleri, 2. Ermeni 
    kamuoyunda milliyetçilik, kurtuluş ve bağımsızlık fikirlerinin gelişmesi, 3. 
    Bu fikirlerin Batı hükümetlerince desteklenmesi ve Ermeni din adamlarının 
    telkin ve çabalarıyla yayılması.”
 
 1908 yılında, hemen hemen kansız bir darbe ile İttihat ve Terakki Partisi 
    iktidarı ele geçirdi. Bir yıl sonra da Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek 
    yerine Mehmed Reşad geçirildi. İttihat ve Terakki bu değişikliğin ardından 
    Alman yanlısı bir politika izlemeye başladı. Bunun sonucunda Osmanlı 
    İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katıldı. Böylelikle 
    Osmanlı- Ermeni ilişkilerinde yeni bir safha başlıyordu.
 
 5. Birinci Dünya Savaşı (1914–1918) ve Ermeni Tehciri (1915–1916)
 
 Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşına Almanya ve 
    Avusturya-Macaristan’ın yanında katılması Ermeni milliyetçileri tarafından 
    büyük bir fırsat olarak kabul edildi. Aslında savaşa katılmadan önce Ağustos 
    1914’te, İttihat ve Terakki yetkilileri Erzurum’da Ermenilerle bir araya 
    gelerek onların desteğini almaya çalıştı. Taşnaklar da Osmanlı İmparatorluğu 
    savaşa girdiği takdirde sadık vatandaşlar olarak devletlerini 
    destekleyeceklerini bildirdiler. Ancak bu sözlerini tutmayacaklardı, zira bu 
    toplantıdan iki ay önce, Haziran 1914’te gizlice düzenlenen Taşnak 
    Kongresi’nde yaklaşan savaşı Osmanlı Devletinden bağımsızlık kazanabilmek 
    için kullanma kararı alınmıştı.
 
 Rusya Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaş ilan eder etmez Rus Ermenileri 
    Rusya ordusuna katılarak Osmanlılara saldırı hazırlıklarına girişmeye 
    başladılar. Eçmiyadzin Katogikosu Rusya’nın Kafkasya genel valisi 
    Vranzof-Dashkof’a Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna Ermeniler konusunda 
    reform yapmak üzere bakıda bulunması halinde bütün Rus Ermenilerinin 
    Rusya’yı koşulsuz olarak destekleyeceğini bildirdi[29]. Savaş başlar 
    başlamaz da Taşnak Cemiyeti hücre örgütlerine bir talimatname yollayarak 
    Osmanlı İmparatorluğu içerisinde isyanlar çıkarmalarını emretti[30]: “Ruslar 
    sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her 
    yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına 
    alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler 
    silahlarıyla birlikte kıtalarını terk edecek ve çeteler teşkil edip Ruslarla 
    birleşeceklerdir.”
 
 Hınçak Komitesi de örgütüne gönderdiği talimatta, “komitenin bütün gücüyle 
    mücadeleye katılarak itilaf Devletlerinin ve özellikle Rusya'nın müttefiki 
    sıfatıyla Ermenistan, Kilikya, Kafkasya ve Azerbaycan'da zaferi temin için 
    her türlü vasıta ile İtilaf Devletlerine yardım edeceğini” bildirmiştir[31].
 
 Bu saldırgan açıklamalar yalnızca Ermeni siyasi organizasyonlarına has 
    değildi. Meclis-i Mebusan’da görev yapan Papazyan, Pastırmacıyan ve 
    Boyacıyan gibi Ermeni milletvekilleri de kısa süre içerisinde gerilla 
    liderlerine dönüştüler. Ermeni toplumuna hitaben yazdığı bir bildiride 
    Papazyan şunları söylüyordu[32]: “Kafkasya'da gönüllü Ermeni alaylarının 
    hazır bulundurulmalı, bunlar Rus ordularının öncüleri olarak Ermenilerin 
    yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmeli ve Anadolu 
    topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşmelidirler”
 
 Rus orduları Doğu Anadolu içlerine doğru ilerledikçe gönüllü Osmanlı ve Rus 
    Ermenileri tarafından oluşturulmuş birlikler tarafından karşılanıyor ve 
    yönlendiriliyordu. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermenilerin büyük bir kısmı 
    da orduyu terk ederek silah ve cephaneleri ile Rus ordusuna katılıyorlardı. 
    Ayrıca yıllardır Amerikan misyoner okullarında depolanan silah ve mühimmat 
    bu gönüllü ordusunu silahlandırmak için kullanılıyordu. Savaş başladıktan 
    bir kaç ay sonra, Rus ordusu tarafından desteklenen Ermeni gerilla 
    birlikleri Doğu Anadolu’daki şehir ve kasabalara saldırmaya başladılar. 
    İşgal ettikleri kentlerdeki Müslüman halka büyük zulümlerde bulundular, pek 
    çoklarını vahşice öldürdüler. Aynı zamanda yolları ve köprüleri tahrip 
    ederek Osmanlı ordularının ilerlemesini engellemeye başladılar. Ermenilerin 
    gerçekleştirdikleri zulümler o derece ileri boyutlardaydı ki, bölgede görev 
    yapan Rus komutanların raporları bile bu vahşeti anlatmakta yetersiz 
    kalıyordu.
 
 1915 Martında Rus orduları Van’a doğru ilerlemeye başladılar. Bunu fırsat 
    bilen Ermeniler 11 Nisan 1915’te Van’da büyük bir ayaklanma başlattılar, 
    Türk mahallelerine girerek büyük katliamlara giriştiler ve şehrin kolayca 
    teslim olmasını sağlamaya çalıştılar. O dönemde Amerika’da yayınlanmakta 
    olan Ermeni gazetesi Goçnak 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında “Van'da yalnızca 
    1.500 Türk'ün kaldığını"” iftiharla bildirmekteydi[33].
 
 Van’daki bu ayaklanma ve katliamdan sonra bile Osmanlı Hükümeti Ermenilerin 
    ayaklanmalarına ve Rus ordularına verdikleri desteğe son vermek amacıyla son 
    bir şans vermeye karar verdi. Patrik ve Ermeni kökenli milletvekillerinin de 
    aralarında bulunduğu Ermeni kanaat önderleri ile bir toplantı düzenledi ve 
    bu saldırılar önlenemezse ciddi önlemler alınacağını bildirdi. Toplantıdan 
    sonra da saldırıların azalma yerine artma eğiliminde olması üzerine hükümet 
    sonunda harekete geçti. 24 Nisan 1915’te Ermeni devrimci komiteleri 
    kapatıldı ve bu komitelerin ileri gelen 235 üyesi devlete karşı suç 
    işlemekten tutuklandı. İşte her yıl Ermenilerin soykırım günü olarak 
    andıkları bu tarihte değil bir soykırım, bir idam dahi yaşanmamış olup, 
    tutuklamaların tehcir ile bir bağlantısı da yoktur.
 
 Bu tutuklamaların ardından 27 Mayıs 1915 tarihinde hükümet savaş 
    bölgelerinde yaşayan Ermeni nüfusun tehcirine ilişkin bir kanun kabul etti. 
    Ermeniler bu kanunu soykırım kanunu olarak algılamaktadırlar. Oysa kanun 
    maddeleri incelendiğinde tehcirin İmparatorluğun devamının sağlanması için 
    geçici bir önlem olduğu ve Ermenilere zarar verilmeden uygulanması konusunda 
    düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Kanunun bazı maddeleri aşağıda 
    gösterilmektedir[34]:
 
 Bahsi geçen kasaba ve köylerde yerleşik ve nakli gereken Ermenilerin yeni 
    yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında 
    rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır.
 
 Varışlarından yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar iaşeleri 
    mülteci tahsisatlardan karşılanmalıdır; bunlara daha önceki mali durumları 
    ve hali hazır ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmalıdır; ihtiyaç 
    sahipleri için Hükümet evler yapmalı, çiftçi sahibi zanaatkârlara tohum, 
    alet, teçhizat temin etmelidir.
 
 Bu emrin tamamıyla Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir 
    önlem olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama 
    girişimlerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır.
 Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarına refakat etmek üzere özel görevliler 
    temini için düzenlemeler yapılacak, bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları 
    sağlanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar göçmenlere ayrılan hükümet 
    tahsisatından karşılanacaktır.
 
 Göçmenlerin yolculukları sırasında varış yerlerine kadar gerekli iaşeleri 
    sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yerleşebilmeleri için kredi verilmelidir. 
    Yolculuk halindeki kişiler için kurulan kamplar muntazaman denetlenmelidir; 
    bu kişilerin refahı için gerekli önlemler alınmalı, ayrıca asayiş ve 
    güvenlikleri sağlanmalıdır.
 Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları her gün 
    doktor tarafından denetlenmesidir... Hasta, kadın ve çocuklar trenle, 
    diğerleri ise dayanıklılıklarına göre katırla, araba içinde veya yaya olarak 
    gönderilmelidir.
 
 Her konvoya bir müfreze muhafız refakat etmeli, her konvoyun yiyecek 
    malzemeleri varış yerine kadar korunmalıdır... Kamplarda veya yolculuk 
    sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal 
    püskürtülmelidir.
 
 Sonuç itibariyle tehcir edilen Ermenilerin güvenliği ve rahatı için devlet 
    elinden geldiği kadar tedbir almaya çalışmıştır. Ancak savaş koşulları 
    altında yeterli yiyecek, temiz su, ulaşım araçları ve hijyen koşulları 
    olmadığı için büyük sorunlar yaşanmıştır. Bunun yanı sıra ordu savaşta 
    olduğundan iç güvenlik yeterince sağlanamamış ve çeteler tehcir konvoylarına 
    saldırılarda bulunmuşlardır. Açlık ve salgın hastalıklar gibi Müslüman 
    nüfusun da muzdarip olduğu felaketler Ermenileri de vurmuş ve tehcir 
    sırasında binlerce Ermeni ölmüş veya öldürülmüştür.
 
 Ermeni ölümlerinin sayısı günümüzde bile ciddi bir tartışma konusudur. Bu 
    sayı 250.000 ila 3.000.000 arasında değişmektedir. Özellikle Ermeni 
    propagandacılar devletin organize olarak düzenlediği katliamlar sonucunda 
    yaklaşık 1,5 milyon Ermeninin öldüğünü dile getirmektedir. Ancak bu rakamlar 
    başında Ermeni veya diğer gayrimüslim tebaadan yetkililerin bulunduğu 
    Osmanlı nüfus idaresinin istatistikleriyle çelişmektedir. Fransız din adamı 
    Monseigneur Touchet 1916 Şubatında Oeuvre d'Orient kurumunda verdiği bir 
    konferansta 500 bin Ermeninin öldüğünün sanıldığını, ancak bunun abartılmış 
    olabileceğini ifade etmiştir. Toynbee Ermeni kaybını 600 bin olarak 
    göstermektedir. Encyciopedia Britanica'nın 1918 baskısında da aynı rakam 
    vardır. Ermeniler de önce bu rakamı ileri sürmüşlerdir. Paris Barış 
    Konferansına katılan Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar o sırada Türkiye'de 
    hala 280 bin Ermeni bulunduğunu, 700 bin Ermeninin ise başka ülkelere göç 
    ettiğini söylemiştir. Bogos Nubar'ın bu hesabı doğru ise, toplam Ermeni 
    nüfusu 1.300.000 olduğuna göre, Ermeni kaybı yine 300 bin 
    dolaylarındadır[35].
 
 Rusya’daki 1917 Ekim Devriminin ardından Rusya Brest-Litowsk antlaşmasını 
    imzalayarak savaştan çekilmiş ve Doğu Anadolu’yu boşaltmaya başlamıştır. 
    Çekilirken bölgeyi Ermeni gerilla liderlerinin insafına terk etmiş, onlara 
    silah ve mühimmat da sağlamıştır. Ermeni çeteleri bu güç boşluğundan 
    yararlanarak pek çok şehir ve kasabayı işgal ederek büyük zulümlerde 
    bulunmuşlardır. Arşiv belgelerine göre 1914 ila 1921 arasında Ermeniler 
    tarafından katledilen Müslüman nüfusun sayısı 518.000’i bulmuştur.
 
 Savaşın sonlarına doğru toparlanan Osmanlı ordusu Ermenileri geri 
    püskürtmeyi başarmış ve Erivan ve Eçmiyadzin dışında kalan topraklarda 
    ilerleyerek Bakû’ye kadar olan bölgeyi kontrollerine almışlardır. Ancak 
    Mondros mütarekesinden sonra bir kez daha geri çekilmek zorunda 
    kalmışlardır. Artık Ermeni meselesi savaş alanında değil diplomatik 
    konferanslarda, masada çözümlenecektir.
 
 6. Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ Hayali (1918–1922)
 
 Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde savaşın tüm tarafları Paris’te 
    Avrupa’nın ve Osmanlı Devletinin savaş sonrası durumunu tartışmak üzere bir 
    araya geldiler. 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Konferansına Ermeniler 
    de Bogos Nubar Paşa’nın başkanlık ettiği bir heyetle katıldılar. Konferansta 
    Bogos Nubar Paşa neredeyse Doğu Anadolu’nun tümünü talep etti. Talep ettiği 
    bölge Artvin, Kars, Rize, Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adan, 
    Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan, 
    Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş’tan müteşekkil 
    bir bölgeydi. Bu illerin kapladığı alan da yaklaşık 390.000 km2’ye 
    ulaşmaktaydı ki bu neredeyse Anadolu’nun yarısı demekti. Osmanlı 
    İmparatorluğunun azılı düşmanlarından İngiliz Başbakanı Lloyd George bile 
    Bogos Nubar’ın bu taleplerine Bogos’un peri masalları diyerek dalga 
    geçecekti.
 
 1920 yılında Osmanlı İmparatorluğu Sevr antlaşmasını kabul etmek zorunda 
    kaldı; ancak bu anlaşma asla uygulanamadı. Antlaşmanın altıncı bölümü 
    Ermenistan’la ilgili düzenlemelere ayrılmıştı. Antlaşmanın 89. maddesinde 
    şunlar yazmaktadır: “Öteki Bağıtlı Yüksek Taraflar gibi, Türkiye ile 
    Ermenistan da, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis İllerinde, Türkiye ile 
    Ermenistan arasındaki sınırın saptanması işini Amerika Birleşik Devletleri 
    Başkanın hakemliğine sunmayı ve bu konudaki kararını olduğu kadar, 
    Ermenistan’ın denize çıkışı ile sözü geçen sınıra bitişik bütün Osmanlı 
    topraklarının askersizleştirilmesine ilişkin ileri sürebileceği bütün 
    hükümleri kabul etmeyi kararlaştırmışlardır. ABD Başkanı Woodrow Wilson 
    kendisine verilen hakemlik görev sırasında hazırladığı raporda Ermenilere 
    Doğu Anadolu’dan yaklaşık 120.000 km2’lik alan verilemesini istedi. Bu da şu 
    illeri kapsıyordu: Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis, 
    Siirt, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize ve Sivas’ın bir bölümü.
 
 Sevr antlaşmasının ardından Ermeniler bir kez daha kendilerine vaat edilen 
    toprakları işgal etmek üzere Doğu Anadolu’ya girdiler. Ancak Aralık 1920’de 
    Türk orduları Ermenileri geri püskürttü ve Gümrü Antlaşması imzalanarak 
    bugünkü Türk-Ermeni sınırı çizildi. Ermenistan o günlerde Sovyetler 
    Birliği’ne katıldığı için bu antlaşma uygulanamadı. Ancak daha sonra 1921 
    yılında Rusya ile yapılan Moskova ve Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 
    yapılan Kars antlaşmalarıyla Gümrü Antlaşmasındaki hususlar kabul edildi.
 
 Kurtuluş Savaşındaki Türk zaferinin ardından Ermeni meselesi ile ilgili yeni 
    bir sayfa açılıyordu. Bu sorun Lozan Antlaşması ile hukuken çözülecekti. 
    Lozan Konferansı sırasında Ermeni meselesinin nasıl ele alındığı ise E. 
    Büyükelçi Gündüz Aktan tarafında yazılan ve bu CD’de de mevcut olan bir 
    diğer makalenin konusu olacaktır.
 
 --------------------------------------------------------------------------------
 
 [1] Uzman, ASAM, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü, 
    mspalabiyik@eraren.org
 [2] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Belgelerle Ermeni 
    Sorunu, (Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1992), s. 3
 [3] Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca Batı Ermenileri: Cilt I (287-1851), 
    (İstanbul: Pars Yayın, 2004), s. 1
 [4] A.y.
 [5] A.y., s. 9
 [6] A.y., s. 17
 [7] A.y., s. 24
 [8] Selçuklu-Ermeni ilişkileri ile ilgili detaylı bilgi için bkz., Ali 
    Sevim, ‘Selçuklu ve Ermeni İlişkileri’, (Yeni Türkiye, Cilt 7, No. 38, 
    Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 595-601)
 [9] Moğol-Ermeni ilişkileri ile ilgili detaylı bilgi için bkz., Mehmet 
    Ersan, ‘Selçuklular Döneminde Türk Ermeni İlişkileri’, (Yeni Türkiye, Cilt 
    7, No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 603-615), özellikle 611 ve devamı.
 [10] Tuğlacı, a.g.e, s. 143
 [11] İlber Ortaylı, ‘Osmanlı Ermenileri’, (Yeni Türkiye, Cilt 7, No. 38, 
    Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 630-632), s. 631
 [12] Bu göçlerden en önemli ikisi 1486 ve 1487 yıllarında gerçekleşmiştir. 
    Tuğlacı, a.g.e, s. 164
 [13] A.y., s. 178
 [14] A.y. s. 187
 [15] Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da 
    Hayat (1582-1599), (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1983), 
    aktaran, Tuğlacı, s. 191
 [16] Ercüment Kuran, ‘Tarihte Türkler ve Ermeniler’, (Yeni Türkiye, Cilt 7, 
    No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 616-620), s. 617
 [17] Enver Konukçu, ‘Osmanlılar ve Millet-i Sadıkadan Ermeniler’, (Yeni 
    Türkiye, Cilt 7, No. 38, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, ss. 621-629), s. 623
 [18] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, a.g.e, s. 26
 [19] Justin McCarthy ve Caroline McCarthy, Turks and Armenians: A Manual on 
    the Armenian Question, (Washington D.C.: Committee on Education, Assembly of 
    Turkish American Associations, 1989), s. 31
 [20] Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, a.g.e, s. 26
 [21] Antlaşmanın tam metni için bkz. 
    www.polisci.ucla.edu/faculty/wilkinson/ps123/treaty_paris_1856.htm
 [22] Islahat Fermanının tam metni için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı 
    Tarihi, (Ankara
 [23] Turgay Uzun, ‘Osmanlı Devlet’inde Milliyetçilik Hareketleri İçinde 
    Ermeniler’ in Hasan Celal Güzel (ed.), Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, 
    (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2001), s. 167
 [24] Bu bölümdeki bilgiler derlenirken Dış İşleri Bakanlığının web sitesinin 
    ilgili bölümleri kullanılmıştır.
 [25] 
    http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
 [26] 
    http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
 [27] Musa Şaşmaz, ‘Ermeniler Hakkındaki Reformların Uygulanması’, in Hasan 
    Celal Güzel (ed.), Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ankara: Yeni Türkiye 
    Yayınları, 2001), s. 173
 [28] 
    http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
 [29] 
    http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/ErmeniSoykirimIddiaları/OnSoruOnCevap.htm
 [30] Ay. y.
 [31] Ay. y.
 [32] Ay. y.
 [33] Ay. y.
 [34] Ay. y.
 [35] Ay. y.
 
 |